Wednesday, February 28, 2007

TATLIM DEDİĞİM PRENS'E .....

günlerden salı gecesi;
herzamanki gibi hali ruhiyemde bir bozukluk.. herzamanki gibi yanımda sevgili dostum buğra saral...
okadar dertleşmişizki, zeynep orda olsa yeter artıkkkkkkk diye bağırıcak.:))

iş yerinden çıkıp bugün mailime baktığım da harika bir süprizle karşılaştım.. buğra benim için bir yazı yazmışş.. süperde olmuş hanii.. onun iziniyle yazıyı sayfama koyuyorum.. üstelik adi

PİŞMANLIĞIN ADI ; TÜHÇE ....

adıımı anımsatıyor gibi:)




Küçük bir kız çocuğu varmış. Ruhu bile 'sadece' 100 yaşındaymış (!) Öyle çok yorulmuş ki, kalbinin dizleri artık tutmaz olmuş. Bir kalbe uzanıp ölmeden önce birine ait olduğunu anlamak ona yeterdi. Ömrünü vermeye hazırdı bir sevda uğruna. Takmıştı at (aşk) gözlüklerini bir kere. Tavsiyeler anlamsız ve öğütler boş kalıyordu her seferinde. Bilseydi ki bunların hepsine değecek, gözünü kırpmadan atlardı uçurumdan. Sevdanın kollarına düşüp düşmeyeceğini bile bilmeden...
Gururunu ortaya koyamıyor, gerektiğinde bile rest çekemiyordu ona. Sanki biri kelepçelemiş de kalbinin bir hücresine hapsetmiş gibi bu duyguları. Dünyanın ne toz pembe ne de sadece siyahtan ibaret olmadığını anlaması uzun sürerse, kaybettiği zamanın açtığı derin izleri geleceğe taşıması kaçınılmazdı. Rüyada olduğunun farkında değildi, belki de rüya bile değildi. Onu bile bilmiyordu ki. Birçok şeyi de bunların beraberinde bilmiyor, bilinmeyenler denkleminde sadece x olmadığını açıkça görüyordu. Bardağın dolu tarafından bakması yeterli olmuyordu. Zaten birileri o suyu içiyor da içiyordu. Dolu tarafından bakacak su kalmadığında rüyadan uyanmasından korkuyordu. Geride bıraktığı dünya eskisi gibi kalacak mıydı acaba?..
Bu kısa hikayedeki küçük kız öyle saf ve öyle temiz duygulara sahip ki, ne zaman birazcık kirlenecek olsa, gözyaşlarıyla yıkayıp eski haline getiriyor. Ardından, tekrar kirlenmesini bekliyor bile bile... Uzatılan küçük bir şekere bile kanacak kadar çok saf. Halbuki şekere değil onun ilgisi, şekerin sahibine; 'Tatlım' dediği prensine. Onun sevdiği için 'Prens' olduğunu biliyor mu ki prens?.. Sevilmeyi senden ve benden çok hakediyor küçük prenses. Kendi yaptığı prensin cezalarını çekiyor bazen. Hangimiz göz yumabilir ki haksız yere cezalandırılmayı? Bir gün serbest kalsa, iki günü zindanlarda geçiyor hayatının. Yazık değil mi?.. Birkaç parmaklık arasından süzülen ışıkla yönünü bulmaya çalışıyor, ruhu ise aç ve yorgun, bekliyor. Ortalıkta dolaşıyor kendinden bi'haber, koskoca iki gün. Ve ardından yine oraya döneceğini biliyor. Zindan günlerine... Hiçbir şeye anlam veremiyor bazen, anlamak için kendini tüketiyor. Zaten anlayabilseydi birilerini şimdiye dek, bir prensin kollarına atılmış olurdu (!)
Solan ruhuna ve ömrüne inat hala seviyor. kimse de sevme demiyor zaten. Ama aşk dediğin de bu olmamalı. Acısına katlanmak zorunda olduğun cennet mükafatından önceki cehennem ızdırabı bile değil bu, ki sabredesin. Bir ömrünü karanlığa sürüklememelisin. Kaybolacaksın küçük kız ve o zaman çok üzüleceğim. Hatta seni seven herkes... Önünü aydınlatan feneri tutanın kim olduğu hiç önemli değil. Aslında, al feneri, tutuştur sevdiğinin eline ve 'pilleri bende' diye bağır. Bilsin; sen olmadığında yolunun kararacağını. Yeter ki haykırabilesin bazı şeyleri, içine atmayasın. Zaten sen yokken karanlık değilse dünyası, o dünyada sen yoksun demektir. Bir insan ruhunun olmadığı yerde nasıl yaşasın! Doğru kararları yanlış insanlar üzerinde kullanmamalısın. İlerde kendini sorguya çektiğinde, kalbine pişmanlığın lisanıyla konuşmaman dileğiyle, umarım mutlu olursun prenses...

No comments: